Wednesday, December 15, 2010
Facebook'u asmaya hazir misiniz?
Tuesday, December 14, 2010
Donsek mi? Kalsak mi?
Aralarindan biri ASK diyor. "Dogru insani bulursan, tabiki kalirsin" diyor. Tamam cok mesguluz, her an her dakika bir kosusturma icindeyiz ama kendi kendimize kalabildigimiz o nadir ve kisa anlarda da tum bu mesguliyeti, yasanan onca dolu dolu olayi paylasabilecegimiz biri olmadigi zaman, burada olmanin bir anlami kalmiyor diye dusunuyorlar. New York'un sundugu tum firsatlara, tum guzelliklere ragmen insan yine de geri donmek ve hayati paylasabilecegi birini bulmak istiyor, onu yapamasa bile en azindan ailesiyle dostlariyla olmak istiyor. New York'ta yalnizlik zor is diyorlar.
Peki Istanbul'da kolay mi? Izmir'de, Ankara'da, Kutahya'da? Kars'ta yalniz olmak kolay mi? Ya da Afrika'da?
Her sehir, her ulke kendince zorluklarla dolu ve biz insanciklar yalniz olmak icin yaratilmamisiz. Bence "yalnizlik" New York'ta bir hayat kurup, uzun yillar onu yasayip, ona alisip sonra da birden Turkiye'ye geri donmek icin iyi bir bahane degil. Kaldi ki, ben New York'un yorucu temposundan asik olacak vakit bulamiyorum demek de aski bulmayi basaran diger yuzbinlerce insana haksizlik oluyor. Sonucta goz ardi edilemeyecek buyuk bir gercek var ki buraya gelmek ne kadar radikal bir kararsa, 5 yil sonunda donmek de en az o kadar radikal olmali.
Bu arada 5 yil demisken hemen belirteyim. Sihirliymis bu sayi. Bilemiyorum artik "immigration" melakeleri 5 yil sonunda mi ziyaret ediyor ama genelde topyekun yurda donus kararlari 5 yilin sonunda aliniyormus. O yuzden de 5 yildir burda olan, cok gorusemesek de haline tavrina cok saygi duydugum bir arkadasim o gece bana "Bende de yavas yavas donsem mi acaba diye dusunceler basladi" dedigi zaman epey endiselendim. Onun sebebi biraz daha farkli. Gectigimiz yaz 2 ay Istanbul'daydi. Orali zaten. Evi, ailesi, arkadaslari derken cok guzel vakit gecirmis ve calistigi isten de cok memnunmus. Burada kazandigiyla ayni parayi kazanmis.
Burada kazandigiyla ayni parayi kazanmis.
Bunu basaran dunyadaki tek insan o bence.
Hemen bu noktada durbunumu Turkiye'den buraya gelmek isteyen birkac arkadasima cevirmek istiyorum. Hepsi gelip de kalici olmak istemiyor elbette. Hicbir kosulda ailesinden, "kurulu duzeninden" vazgecmeyecek olanlar da var aralarinda. Ama bir tane arkadasim var ki "Hayatta hicbir seyden korkmaz bu!" dedirtecek cinsten biri. Yeniye daha acik bir insan olamaz. Tam bir yenilik sungeri, verin siradisini emsin sindirsin, verin yabancilik duygusunu cigneyip geri tukursun. Hatta o farkinda degildir ama ben ondan cok guzel bir ders aldim: Aidiyet insanlarda, mekanlarda aranmaz, aidiyet kisinin icindedir.
Butun korkusuz insanlar gibi o da biraz hirsli. Hayattan beklentileri buyuk. Akisa kapillip suruklenenlerden degil, akisa yon verenlerden. O yuzden de suanki konumu hic el vermese de o ne yapip edip buraya gelmeye cok kararli ve bence de gelecektir. Amaci Turkiye'de kazanabileceginden daha cok para kazanmak, oradakinden daha yuksek bir hayat standardina daha hizli sekilde ulasmak. Hizli olmasinin sebebi kisa yoldan gidecek olmasi degil. Yanlis anlamayin. Burada pek oyle kisa yollar da yok zaten. Sebep calisip hak ettigini alacak olmasi.
Simdi hep beraber son duruma bir bakalim isterseniz.
10 yilin sonunda geri donenler, 5 yilin sonunda donsem mi kalsam mi diye dusunenler, asla Turkiye'ye geri donmeyi ve asla Turkiye'de kalmayi dusunmeyenler.
Bu kucuk hikayelerden genel bir sonuc cikarmak mumkun degil elbette. Herkesin kendi deneyimleri, kendi yasamlari sekillendiriyor kararlarini. Dunya nufusu kadar farkli karar var yani bu konuda. Siz en iyisi mi kimseyi dinlemeyin, kendi kararinizi yine kendiniz verin.
Ama ben yine de hatirlatayim, New York cok eglenceli. Donsem de, kalsam da iyi ki gelmisim, iyi ki suan buradayim, tum yazdiklarimi yasamisim ve yasiyorum.
Sonucta Alicia hatun da bosuna yazmis olamaz o sozleri heralde degil mi?..
Duygu
Saturday, December 11, 2010
Starbucks'ta neler oluyor?
Sahne soyle: Starbucks'tayim. Yanimda sevgilim de var. Amaca kitlenmis, bekliyor. Amaci: siraya girmek, kahve siparisi vermek, odemek, beklemek, kahveleri alip Starbucks'tan cikmak. Kendisi muhendistir. Dolayisiyla son derece linear dusunur. Kitlendigi amac disinda pek bir seyle ilgilenmez. Ben de tam tersiyim. Kapidan iceri adimimi atarim, hizlica etraftaki herkesi ve her seyi bir suzerim. Siparisimi alacak kisiyi incelerim, goz temasi kurmaya calisirim, siritirim, bu arada etraftaki Christmas suslerinin ne kadar seker oldugunu dusunurum, ayni zamanda camin arkasindaki tatlilar ne kadar da bastan cikarici derim kendi kendime, mutlaka limonlu bir tatli arar gozlerim. Derken siparisimi alacak kisinin "Hi, welcome to Starbucks, what can I get you today?" demesiyle yeniden amaca kitlenirim.
Gordunuz mu? Muhendis sevgilimin Starbucks deneyimi 3 satirda anlatilabildi. Benimkiyse daha yeni basliyor.
Dun iceri girer girmez kafamda bir ampul yandi. (ampul simgesinden de nefret eder oldum ama bu ampul laik isiklar saciyor merak etmeyin) "Turkiye'de Starbucks'tan kahve almakla, New York'ta bunu yapmanin ne kadar farkli oldugunu yazmaliyimmm!" Bu coskulu fikir patlamasina sebep olan bir deli. Oyle mecazi anlamda da degil, gercek bir deli. En basindan anlatayim.
Dun cumaydi. Haftasonunun resmi baslangici yani. Burda degisik bir calisma-dinlenme dinamigimiz var. Turkiye'de hafta icleri kendimize bosluklar yaratip arada biraz kafa dinleriz. Ya da haftasonlari isimiz bitmemisse, eglenceden biraz geri kalip kendimizi calismaya adayabiliriz. Evet, ikincisi cok daha nadir olur ama olur yine de. Burada oyle degil. Hafta icleri hangi sektorden olursaniz olun, deli gibi calisilir ama cuma geldi mi insanlar beyinlerini ve bedenlerini tumuyle dinlenmeye ve eglenmeye ayirir. Cizgi cok nettir. Bir Amerikali'nin haftasonu dinlenmesi basladiktan sonra ona isle ilgili bir seyler sorarsaniz, sizi tersleyecek ve size bir daha bunu yapmamaniz gerektigini ogreten bir des verecektir. Cunku o artik haftasonu tatilindedir ve "is" kavramini hayatindan cikarmistir. Ayni sekilde haftaici de cok gec saatlere kadar calisan bu insanlari dogru duzgun bir yere goturemezsiniz. Tabiki istisnalar olabilir, tabiki kendini her an her dakika calismaya adamis iskolikler ve nadir de olsa eglencesinden hic odun vermeyen tembeller de olacaktir. Ancak New York is gucunun genel profili bu sekilde resmedilebilir.
Ben, sevgilim ve degisik milliyetlerden butun arkadaslarim da bu duruma adaptasyon gosterdik. (Aslinda asimile olduk demeliyim, ama bu konuya apayri bir baslik ayiracagim.) Dolayisiyla dun kendimizi rahatlamaya, gezmeye tozmaya verdik. Sinemaya gittik. Love & Other Drugs'i izledik. Guzeldi ama daha guzel olabilirdi. Sevgilim Anne Hathaway'in goguslerinin cok sik gorunmesinden rahatsiz oldu. Doktor muayenesi sirasinda cart diye acip goguslerini gosterdigi ilk sahnede yasadigi soku gormeliydiniz! :) Cok tatlidir, cok edeplidir benim sevgilim. Her neyse film tabiki goguslerle ilgili degil ama fragmanindan neyle ilgili oldugu dogru yansitilmayan filmlerden biri. Kendimi biraz kandirilmis hissettim yani. Neyse ki cok da kotu degildi.
Konumuza donelim. Filmden ciktik eve yuruyoruz, Starbucks'tan kahve cekti canim. Cuma ya. Simardim. Her 3 blokta bir Starbucks oldugu icin, eve gelene kadar alsak mi almasak mi diye biraz muzakere ettikten sonra eve yakin olan Starbucks'a girip alma kararini oybirligiyle onayladik. Iyi ki de oyle yapmisiz cunku ben ilham perim, canim delimi gormus oldum.
Iceri girdik, hedeflerimiz farkli tabi. Ben etrafi suzuyorum, gozume 7 yasinda bir kiz cocugu gorunumunde ama 50'lerinde bir kadin ilisti. Kisacik, kucucuk, incecik. Kafasinda neredeyse kendi kilosu agirliginda sac var ama. Uzun uzun, sapsari saclar. Yakindan bakinca anladim. 20 yildir hic yikanmamis gibi saclari. Siyah bir kot, ustune de havanin soguklugunu asla engellemeyecek kadar ince siyah bir polar sadece. Kafasindaysa yuzunun yarisini kapatan bir sapka ve gozluk. Tamam, yeni inceleme unsurumu bulmustum artik. O noktadan sonra hem "Starbucks islemlerini" halledecek hem de bu kadini inceleyecektim.
Kadin sirada hemen bizim arkamizda, o yuzden rahat ve detayli izleyebiliyorum. Tabi caktirmadan. Ama o farkinda. Surekli hareket halinde. Ellerini kollari acip kapatiyor. Bir ileri bir geri surekli kucuk kucuk adimlar atiyor ve tabi kendi kendine konusuyor. (Onu ben de sik yapar oldum gerci, korkacak bir durum degil.) Yuzu, elleri, kollari, govdesi gercekten kucucuk ve incecik ama cuce degil bu kadin, 1.60 var en azindan. Yuzunu tam gormem imkansizdi ama ceset gibi oldugunu soyleyebilirim. Biraz Michael Jackson'i andiriyordu. (RIP) Biz siparisi verdikten sonra, kenara cekilip, sirf onu dinleyebileyim diye oralarda oyalandim. Akici, duzgun cumleler kuramiyor. "Ne istersiniz?" sorusuna cok heyecanlandi ve belli ki uzun suredir kafasinda tekrarladigi siparisi disindan soylerken kelimelerin yerlerini karistirdi.
"Brulee, Caramel."
Aldigi siparisten emin olmak isteyen, bu konuda bile garantici davranan Starbucks gorevlisi, "You mean Caramel Brulee Latte??"
Deli Michael, " ohh ohh....uuummm...ohh...yes...latte. yes."
"What size?"
"What?"
"What size do you want?"
"Oh size." Duvardaki siparis panosuna dogru yurumeye calisarak " Size, ummm...size. Yes. Big."
"Grande??"
Ben icimden, "Hadi artik al su siparisi, kadina iskence cektirme! Evet big dedi iste!!"
Deli Michael yeniden, "Big."
"OK Grande Caramel Brulee Latte, coming up. Thank you!"
O sirada bizim siparisler de hazirdi oradan uzaklasmak zorunda kaldim ama megerse kadincagiz bir dilim de kek almis. Elinde keki, garip ve telasli bir sekilde bir masaya dogru yururken aniden dusurdu kekini. Yasadigi husrani siz hayal edin. Ellerini beline vura vura "Oh my Gooooooodddd!!!!" demesi bir oldu. "Cok salagim, cok salagim! Nasil oldu ki bu! Anlamadim!.."
Keki yerden aldi, tekrar pecetesinin ustune koydu ve gercekten de masalardan birinde oturan bir adama dogru gitti. Adam " Yine ne yaptin!?" bakisi firlatti. Bu arada adamin onunde son model bir laptop, durmadan bir seyler yaziyor. Ama o da cok paspal bir halde. Saci basi birbirine girmis. Masanin yaninda da kocaman bir torba. Son derece eski pusku ve garip garip seylerle dolu, disari tasmis icindekiler. Yani bu cift evsiz olmali! Baska bir ihtimal olamaz. Ama o zaman nasil boyle bir laptop kullaniyor bu adam!? Nasil bir hikayesi var bu ciftin! Catlayacagim!
Kadin yari yolda adamin yanina gitmekten vazgecti, geri donup keki cope atti ve benim yanima geldi. Bu sirada ben umarim benimle konusur diyorum icimden!! Bu kadinla iletisim kurmaliyim bir sekilde! Cok siradisi olur, guzel olur. Sevgilimin siparisi gelmis, benimkini bekliyoruz. Biraz uzun suruyor. (Caramel Brulee Latte istemistim, acaba kadin da benden mi duydu da onu siparis etti?) Neyse, kahve hazirlayan kadina bir seyler anlatmaya calisiyor bizimki, yanindayim ama ben bile duyamiyorum. Kadin hic ilgilenmiyor haliyle. Kekini dusurmus olmanin da verdigi sinirle, artik yerinde duramiyor. Sonunda bana donup "Is this where we pay?!" diye soruyor sinirle. Hayir diyorum super yumusak bir ses tonuyla. Elimle isaret edip suraya odeme yapacaksiniz diye gosteriyorum.
Sanki az once bir seyler satin alan kadin o degilmis de ilk defa bir Starbucks'a girmis gibi davraniyor. Sanirim her seferinde de sil bastan bu durumu yeniden yasiyor. Heyecanla siradaki kisinin cumlesini boluyor ve yeniden kek almaya calisiyor.
"Bugun bana yeterince aci cektirmedin mi? Yine ne isteyeceksin acaba? Saat zaten aksam 10. Birazdan cikacagim, sabrimin sonundayim. Tanrim niye okulu bitirmedim ki!?!" diye ic geciren Starbucks gorevlisi de kadina siraya girmesi gerektigini acikliyor.
Bu arada benim kahvem de geldi. Linear dusunen, super tatli muhendis sevgilim disari cikmak icin adim atti, ben de bu heyecanli olayin sonunu goremeden oradan ayrildim. Ama uzulmedim cunku biliyorum ki daha once 100 kere gordugum gibi bu ve benzeri olaylari her an her yerde gormeye devam edecegim. Ben New York'ta yasiyorum. Delilerin, siradisilarin sehrinde.
Simdi bir karsilastirma yapalim isterseniz.
Turkiye'de Starbucks: Avrupa'daki kahve evlerinden esinlenerek ortaya cikmis, cok guzel, cesit cesit kahvelerin ve tatlilarin oldugu, calisanlarinin genelde guler yuzlu, samimi bir hizmet verdigi, ayda minimum 2-3000 Lira kazanan insanlarin rabet gosterdigi, insanlarin icine girdi mi cikmak bilmedigi, masalarinda saatlerce sohbet ettigi ya da vakit oldurdugu kahve dukkanidir.
New York'ta Starbucks: Avrupa'daki kahve evlerinden esinlenerek ortaya cikmis, cok guzel, cesit cesit kahvelerin ve tatlilarin oldugu, calisanlarinin genelde guler yuzlu, samimi bir hizmet verdigi, ayda 100 dolardan 500,000 dolara kadar cok cesitli miktarlarda paralar kazanan her turlu insanin rabet gosterdigi, gercekten 10 adimda bir karsiniza cikan, musterilerinin sadece kahvesini alip disari ciktigi, illa masasinda oturmasi icin disarida firtina, dolu, hortum vs gibi can sikici hava durumlarinin boy gostermis olmasi gereken kahve dukkanidir.
Sonuc: Markalar standartlastirilabilir. Urunler, hizmetler, surecler hepsi kuresellesme akimiyla dunyanin her yerinde birebir ayni kilinabilir. Ama deneyimler yerel kulturlerden etkilenmek zorundadir. Standart mekanlari dolduran insanlar birbirinden farkli hareket etmek ve standartlari degismeye itmek zorundadir. Kuresel markalar yerellesirken kendi ozlerinden bir sey kaybetmeseler bile, yasattiklari deneyim cok farkli olabilir. O yuzden de kuresellesmekten cok da korkmamak gerekir. Ne de olsa insan irkini bir sonraki evrimsel surece tasiyacak ulus ve ulke kavrami, sinirlarin kalktigi, herkesin ayni gezegenden sayildigi ve ortak bir amac icin calistigi bir dunyadir. Bu dunyada insanlar bir sekilde ortak bir platformda bulusabildigi surece herkesin kendi dilini konusmasi, kendi gecmisini hatirlayip yasatmasi guzeldir.
Starbuckslarin yaninda Unal Kuruyemiscisi'nden alinan Kurukahveci Mehmet Efendi'ler, Alacati'da icilen damla sakizli turk kahveleri ve hatta turk kahvesi bile olan Starbuckslarda bakilan kahve fallari yok olmadigi surece, varsin Starbucks Turkiye'de ve dunyanin geri kalaninda bir numara olsun. Hak ediyor mu? Ediyor. Kazandigi parayla kendine yeniden yatirim yapiyor, gelisiyor. Karinin bir kismini topluma faydali olacak sekilde kullaniyor. Ayrica kahvesi de hizmeti de her yerde cok guzel. Tek fark, Turkiye'de sadece aylik maasi belli bir citanin uzerinde olanlar icebiliyor, New York'taysa evsizinden, delisinden super zengin borsacisina kadar herkesin kolayca satin alabilecegi bir urun.
Bir baska carpici ornek de Iphone aslinda. Onunla ilgili de garip bir anim var ama onu da baska bir zaman anlatirim.
Bir dahaki Starbucks ziyaretinizde bu olayi dusunmeniz dilegiyle,
Duygu
Thursday, December 9, 2010
Kimdir bu Amerikalilar 1: Blogging ve Bireysellik
Hem istedigim gibi yazip cizmenin cok zevkli ve rahatlatici oldugunu kesfettim, hem de New York'a geldigimden beri ortalama konusma surem Ankara'ya oranla yari yariya azaldigi icin -sebeplerine daha sonra ineriz- dilimde cogalip sikisan sozcukler daha fazla kendilerine ayrilan alana sigamayip kalemimden dokulmeye karar vermis olabilir. Neden simdi, neden bu sozcukler ben de bilmiyorum. Sadece uzumu yeyip bagini sormuyorum.
Donelim benim yeni hobime, bloglar. O kadar ilgimi cekmeye basladi ki bu is, sadece iki cizik atip bir resim yapistirmakla kalmiyor, baskalarinin bloglarini da okuyorum. Baslarda biraz maceraci olayim dedim. Blog sayfasinin ust kisminda gorulen "Next" ikonuna basip karsima ne cikacagini bilmeden heyecanli heyencanli bekledim. Bir, iki, uc, on, yirmi...Tamam goruntu ve konu itibariyle ilgi cekici olan bloglara da denk geldim ama baktim macera arayisinda degilim. Ben gercekten guzel bloglar gormek istiyorum. Icerigi ince elenip sik dokunmus, goruntusu ozenle tasarlanmis, uzerinde vakit ve emek harcanmis, icine zeka ve yaraticilik katilmis bloglar. Bu yuzden de ne istedigini bilen insanin ezici kararliligiyla blogger.com'un en guzel bloglar kismini incelemeye koyuldum.
Iyi midir kotu mudur bilmem ama butun "Amerikan Icatlari" gibi (bkz: hamburger, kafeinli icecekler, bilgisayar, vasat ama super surukleyici televizyon programlari vs) blog olayinda da Amerikalilar bunu sadece tum dunyaya yaymakla kalmiyor, ayni zamanda basari oraninda da basi cekiyor gibi. Simdi Turk'uz ve gururluyuz ya, bazilariniz bana kizacaktir eminim ama son derece objektif olduguma inanabilirsiniz. Adamlar, kadinlar yememis icmemis mukemmel bloglar yapmislar. Yuzlerce, binlerce izleyicileri var. Hem icerik hem de gorsel anlamda kaliplarin disina cikmayi, ayni konuya farkli acilardan bakmayi cok guzel basarmislar. Zaten en iyi yaptiklari islerden biri bu, "think outside of the box". Hatta kanit olarak size True American Dog'u tavsiye ederim. Cok basit bir blog aslinda. Sadece resimler var ama ne resimler! Vaktiniz varsa bir ugrayin, ben baya eglendim. http://www.trueamericandog.com
Ne diyorduk, iste buna benzer guzel ve ilginc bloglarin birinde, blog sahibinin kendiyle ilgili anlattiklari dikkatimi cekti. Adina John diyelim. "Ben cok cekingenimdir. Sosyal ortamlarda konusamam, kalabaliklar icinde rahatsiz olurum, nefes alamam. Havadan sudan sohbetler edemem cunku ne diyecegimi bilemem. Ofiste kutlanan yilbasi partileri bana iskence gibi gelir mesela. Zaten isimden de nefret ediyorum" demis John.
Simdi dusunun, yenilik ve yaraticilik konusunda sayisiz oduller almis, dunyanin en mukemmel, en calisilasi ve en zengin sirkerlerinden Google bu insana sen bizim bunyemizdeki "en basarili blogger"lardan birisin diyor. Gercek hayattaysa bu insan kendi is arkadaslariyla bile konusacak iki cift laf bulamiyor. Tamam, herkes is arkadaslarini sevmek zorunda degil ve yine tamam herkes cok disa donuk olmak zorunda da degil. Ama birlikte calistiginiz insanlarla bir yilbasi partisi ortaminda bile 10 dakika sohbet edemiyorsaniz, nasil bir hayat yasiyorsunuz ki?
Tahmin ediyorum ki en azindan bazilariniz "Zaten gercek hayati bos oldugu icin, bloglarda mloglarda vakit geciriyor." sonucuna ulastiniz ve hatta bir kisminiz daha da ileri gidip "Oralarda insan ilsikisi diye bir sey yok. Herkes cok yalniz tabi." bile dediniz. Cok haksiz da sayilmazsiniz, evet burda insanlar cok, cok daha bireysellikten yana ama yalniz degiller. 16-17 yasina gelmis, bize gore hala cocuk, bir Amerikali'ya goreyse araba kullanacak sorumluluga sahip, bagimsiz bir birey olmus insanlar da bu yuzden guvenli evlerini geride birakip tumuyle kendi ayaklari uzerinde durma mucadelesine basliyor. Bireysellik yuzunden. Tabi ki 311 milyon nufuslu bir ulkede HERKES boyledir demek istemiyorum ama en azindan buyuk sehirlerde alisilagelmis bir durum var ki o da 15 yasina gelmis bir genc artik kendi parasini kazanmaya baslayabilir.
Bu calisma kulturune bir de kapitalizmin etkisini katin (soyle ifade edeyim, $ her seyden once gelir). Ustune bir de bagimsizlik, ekonomik ozgurluk, kimsenin dirdirini cekmek zorunda olmamayi ekleyin, iste size bireysellik. Evet, tabi ki Amerikalilar bize gore daha "bireysel".
Simdi tekrar bizim basarili blogcu John'u hatirlayalim. Bence John bir turlu bireysel olamadigi icin gercek hayatinda sikintilar cekerken, sanal bir ortamda kendini mukemmel ifade edebiliyor ve yuzlerce seveni oluyor. John, rekabetci degil. Evet, ekonomik ozgurlugunu almis ama sevmedigi bir iste calismak zorunda, cok bagimsiz da degil gibi. Ustune ustluk "calisma" kavramini pek sevdigini de sanmiyorum. Kapitalizmle parayla pulla da cok ilgisi varmis gibi gorunmuyor. Onun icin ideal olan kendi istedigi zamanda kendi istedigi seyi yaratmak. John duygularini on planda tutan bir Amerikali. Dolayisiyla yapmacik davranamiyor. Sirf sosyal agini guclu tutmak, toplumda basarili bir portre cizmek icin insanlarla yalandan da olsa yuzeysel sohbetler kuramiyor.
John "mis gibi" yapamiyor. O kendini tam anlamiyla oldugu gibi, yani saydam bir sekilde yasamak istiyor. Bu yuzden de buyuk cogunlugu "mis gibi" yapan, iciyle disi iki farkli renk olmus insanlar arasinda mutlu olamiyor.
Iste benim de buyuk Amerikan toplumu gozlemim bundan ibaret: Sadece tek baslarina kaldiklari zaman kendileri olup rahat hareket edebilen, gruplar halindeyken yapmacik, abartili ve farkli olana karsi tepki gosteren bir millet.
Bu yaziyi okuyan ben olsam, simdi sunu sormustum "Nasil oluyor da o zaman o kadar farkli kultur, o kadar farkli irk, din, dil bir arada bu kadar basarili yasiyor, dunyayi da etkisi altina aliyor?" Cevap basit. Asimilasyon. Ama ondan da yarin bahsedelim. Nasil olsa benim artik yeni bir hobim var: blog yazmak!
Blogum sayesinde kendimi Rosie the Riveter kadar guclu hissediyorum ve her ne kadar John gibi biri olmasam da, onu anliyorum. Ne de olsa ben de artik Amerika'da yasiyorum ve bazen ben de tiyatro yapiyorum. Gunde yarim saat blog yazip arinmak iyi geliyor. Siz ne yaparak sadece kendiniz oluyorsunuz bilmiyorum ama umarim bugun buna yarim saat ayirabilmisinizdir.
Bol bloglu gunler!
Duygu
"To-do Lists"
Benim New York maceram da listelerle basladi. Ilk listem “Okullar Listesi”ydi. Sabirliydim. Ince ince siraladim okullari. Uzun gel gitlerin, sayisiz notlarin ve renkli renkli kalemlerin de yardimiyla sonunda karar verildi. New York University. Bu arada, bahsetmis miydim? Ben NYU’da Otelcilik masteri yapiyorum. Her neyse, bu listenin ardindan “Sinavlar ve Belgeler Listesi” uzun sure gundemimden dusmeyecek olan yerini aldi. Bu sikintili listedeki tum maddelerin de uzeri cizilince, yerlerini “Goturulecekler Listesi”ndeki esyalar aldi. Ve ardindan “ev arkadasi adaylari listesi” O da halloldu, hop uctuk geldik iste New York’a derken bir baktim benim asil “listeleme yetenegim” New York’ta kendini gostermis! Okula kayit listesi, yeni sinavlar listesi (hala), mobilyalar listesi, eksikler listesi, kitaplar listesi, yiyecek alisverisi listesi, kira, fatura ve kredi karti listeleri...Yoruldunuz mu? Sakin! Daha basindayiz. Ama sizi sikmayim, bu listeler sonu gelmeksizin devam etti ve ediyor.
Onlar da benim gibi degisti yalniz. Artik daha “profesyonel”ler. Konustuklari dil farkli. Eskiden Ankarali kalemimle nazikce hazirlar, maddeleri hallettikce ozenle uzerlerini cizerdim ve hatta dedim ya renkli renkli kalemler kullanirdim. Simdi maddeler cok, vakitse hic yok. New York’taki kalemler guzel ve ozenli yazmiyor ama eksiksiz yaziyor ve cok hizli; ne renge ne de nezakete vakti var burda kalemlerin. Listeni derhal hazirla, Islerini derhal bitir, ve bir sonraki icin hazirliklarini yapmaya basla. Yoksa geride kalirsin. O yuzden de New York’ta listeler suslenip puslenmez, sadece gorevi eksiksiz yerine getirmeni saglar. New Yorklu olma kulturuyle o kadar ic ice gecmistir ki metroda, sinemada, alis veris merkezlerinde, iste, okulda, sokakta surekli ya birileri yeni listesini hazirlar ya da elindekinden maddeler siler. Hatta bu yaziya koymak istedigim liste resmini bulmak icin Google Images’a “to do lists” yazdim (yakinda benim adim neydi ya deyip Google’a yazarsam sasirmayacagim) ve karsima cikan ilk sayfada su hepimizin bildigi klasik “I Love New York” resmi cikti. :) Bu ne kadar hakli olduguma dair bana gonderilmis ulvi bir isaretten baska bir sey olamaz.
Her neyse, liste yapmanin New York’la ne kadar ic ice gectiginden bahsediyordum. Daha gecen gun okulda hoca sinifa girdi ve Revenue Management dersinin son seansini tumuyle kendi to do listlerine ayiracagini soyledi. Eksiksiz calismak, hata yapmamak, yapilacaksa da nerede yapildigini hizlica bulup duzeltebilmek kulturlerinin o kadar icine islemis, adeta temel bir ogesi olmus ki, New York Universitesi’nde cok onemli bir ders veren, ayni zamanda da sektorde yuksek bir konuma gelmis saygideger bir insan gelecekteki meslektaslarina verdigi son dersi tumuyle “listelerine” ayiriyor. Oyle bir iki liste de degil. “Yapmaniz gerekenleri eksiksiz olarak yapabilmeniz icin, gunluk, haftalik ,aylik ve yillik listelerimiz var arkadaslar. Her ne kadar henuz yazili standartlar haline gelmis olmasalar da, bu listeler olmadan basarili yoneticiler olmaniz mumkun degil.” Size abartili gelmis olabilir ama ben bu iddiaya katiliyorum aslinda. Hangi sektorden olursa olsun, yas, cinsiyet, irk, din, dil tanimadan herkesin burda yapacak COK fazla isi var ve bununla mucadele etmenin tek yolu da listeler.
Ha bir de SpongeBob’taki denizyildizi Patrick var tabi. Onun da bir listesi var. ”Ideal liste”. Hepinizin listesinin arada bir ideal olabilmesi dilegiyle! New York beklemez, kendime yeni bir liste yapmaliyim.
Wednesday, December 8, 2010
1 yil 4 ay
Merhaba!
Ben Duygu. 1 yil 4 ay once New York'a tasindim. 1 yil 4 ay kismi onemli cunku bu sure benim icin hayatimin geri kalanindan cok, cok farkli.
Cogumuz okula gitmistir sanirim. "Zorunlu ilkogretim"i bitirmistir en kotu. Onu bile yapmamissa, "Ben hayat okulundan mezunum" demistir en azindan. Simdi okula gittiginiz saatleri dusunun. Ister anaokulu olsun ister PhD. Amac yeni bir seyler ogrenmektir. Kendini gelistirmek. Yani degismek. Ogrenme anindan onceki kisi ile sonraki kisi artik bir degildir, degismis yenilenmistir. Bunu yapmak kolay degildir ama neyse ki egitim ogretim goren biri -kurumsal okul veya hayat okulu- sadece kisitli bir sure degisime maruz kalmak zorundadir. Bir ogrenme - yani degisme- sureciyle bir sonraki arasinda belli bir sure yeni bir sey ogrenmeden vakit gecirebilir, degismek zorunda degildir. Yeni ogrendiklerine, yeni benligine surekli bir alisma cabasi icinde degildir. Bir sure sabit kalip, kendi olmanin keyfini cikarabilir.
Simdi yeniden bana donelim.
1 yil 4 ay ve saat ilerlemeye devam ediyor. Tam bu kadar suredir ben araliksiz bir degisim icindeyim. Oyle ki artik eski ben neydim ya da yeni ben ne olmaktayim takip edemiyorum. Baslarda takip edeyim dedim. "Kontrol bende olsun" dedim. Ama olmadi ve suan anliyorum ki, gecirdigim bu kesintisiz ogrenme - yani degisme - surecini kontrol etmeyi biraktigim andan itibaren, "serbest guc" adini verdigim yaratici surece girmis bulunuyorum. Sadece ogrendiklerimin, gozlemlerimin ve bizzat yasadiklarimin beni ben yapmasini izliyor ve bundan keyif aliyorum. Artik durmaksizin degismek yorucu gelmemeye basladi ve bu noktada, yabanci bir sehre tasinan, hele de bu sehrin New York oldugu dusunulurse, 20'lerinde bir insanin yasadiklarini dunyayla da paylasmaya hazir hissediyorum. Size kesinlikle ilginc gelir mi bilmiyorum ama yenilenen kisiliginizi denemenize bile izin vermeden sizi yeniden yenileyen bir sehirde ogrenilenler, gozlemlenenler ve yasananlar bence gercekten komik ve paylasilmaya deger.
O yuzden lafi daha fazla sonsuzluga uzatmadan, hosgeldiniz!
Bu ve bundan sonraki yazilarin sizi "degistirmesi" dilegiyle,
Duygu