Wednesday, December 15, 2010

Facebook'u asmaya hazir misiniz?

Wall Street Journal Gazetesi ayda bir kere cok guzel bir dergi cikariyor. WSJ Magazine. Son sayisinda Disney'in eski CEO'su Michael Eisner'la bir roportaj var. Social Media'nin geldigi nokta ele aliniyor.

"Bu yeni medya akimina dahil olmamak icin magara adami ya da tekerlekli sandalyede dusunme yetegini kaybetmis, agzindan salyalar akan biri olmaniz gerekiyor" diyor Michael Eisner. "Daha medya degisiminin 3. perdesine bile ulastigimizdan emin degilim. Hatta sanirim sadece giris kismindayiz"  diye de ekliyor. Yani yasadigimiz degisim, gelecekte yasayacagimizin sadece baslangici niteliginde ama daha simdiden epey degistik.

Turkiye'de pek hissettigimiz yok bu radikal degisimin sinyallerini zira yillardir gundemimiz baska "onemli" konularla dolu. Dogru duzgun Facebook'tan baska bir sey kullandigimiz yok. Kaldi ki onu da parti davetleri, kisisel guncellemeler, arkadas dedikodulari ve eglenceli, ilginc videolar icin kullaniyor gibiyiz.

Facebook demisken de hemen belirteyim, hala gunde 700,000'e yakin yeni uye alan bu ag dunyanin 4. en kalabalik ulkesi olmus ve 3. olmaya da cok yakin.

1. Cin
2. Hindistan
3. ABD
4. Facebook

Cin'i gecememesinin tek sebebi de Facebook'un orada yasak olmasiymis, yoksa coktan dunyanin en kalabalik "ulkesi" sifatini almisti. Turkiye'nin hali de hic fena sayilmaz bu yeni "dunya ulkesi"nde. Avrupa Birligi'ne giremedik ama Facebook'ta 4. siradayiz. (Patron tabiki Amerika) Turkiye nufusunun kacta kaci internete baglanabilmistir bilemiyorum ama acikca goruluyor  ki, baglantisi olan herkesin bir de Facebook hesabi var. Bu gercekten buyuk basari. Ama lutfen unutmayin, Social Media sadece Facebook'tan ibaret degil.

          
 
Tipik bir New Yorklu'nun gunluk hayatinda social media'yi nasil kullandigina dair birkac ornek vereyim mesela.

1. New York'lu acikti, yemek yemek istiyor. Dolabi bos. Zaten dolu olsa da vakti cok kiymetli yemekle falan ugrasamaz. Cikariyor cep telefonunu, o saatte, onun bulundugu cevrede, istedigi fiyat araliginda, istedigi dunya mutfagini seciyor. Mekanin yerini ve oraya nasil gidecegini cozuyor. Sonra resimlerine bakiyor, menusunu inceliyor. Simdi sira bu deneyimin en muhim asamasinda, baskalarinin neler dedigi. Soyle bir goz gezdiriyor o mekan hakkinda insanlarin neler dedigine, yemeklere, dekora, servise kac puan verdiklerine. Her seyden memnun kalirsa eger, cat bir baska sosyal medya aracindan da rezervasyonunu yaptiriyor. Herhangi bir numara aramasina gerek yok, telefon mesgul mu, acan kisi sabirli mi beni sonuna kadar dinler mi ya da zihni acik mi dediklerimi kelimesi kelimesine anlar mi dertleri yok, masasi hazir. Ha o restorandan memnun kalmadi mi? Sorun yok, gidebilecegi 40-50 restoran daha var. Onlardan gozune kestirdigi bir tanesini arastirir hemencecik. Nasil olsa tum surec 2-3 dk suruyor sadece.

2. Ya da ogrenci bu New York'lu. Restoranlarla iliskisi, girip yemek yemek uzerine degil; girip yemekleri servis etmek uzerine kurulu henuz. O yuzden de evde yemek yemesi lazim. Ama dedik ya, dolabi bos. (Tum New York'lularin dolabi bos) Cikariyor hemen cep telefonunu, hangi marketler kaca kadar acik, eve servis var mi varsa ucretli mi degil mi, hazir yemek cesitleri genis mi yoksa sadece ozel gourmet yiyecekler mi satiyor; peki ya fiyat araliklari ne, sarap reyonu sadece o geceyi kurtaracak kadar mi buyuk yoksa ozel bir parti vermek istedigi zaman da o marketin o sarap reyonuna guvenebilir mi (Yilbasi yakin malum, evde parti planlari yapsa iyi olur artik) vs vs. Sonsuz soru sorabilir bu New York'lu ve hepsine de bir cevap bulur. Guzel, eve market alisverisini de yapti.

3. Sonra cok calisiyor, yoruluyor New York'lu. Tatile gitmek istiyor, kafasinda birkac yer var gitmeyi dusundugu. Nasil secim yapacak? Butcesini neye gore ayarlayacak? Rezervasyonlarini nasil yaptiracak? Ne bir tatil acentasina ihtiyaci var ne de eskiden oldugu gibi arkadaslarindan, ailesinden duydugu, denenmis, bilindik yerlere gitme zorunlulugu. Cunku o dunyanin her yerini avucunun ici gibi biliyor aslinda. En yakin arkadasinin Rio de Janeiro'nun merkeze uzak, gitmeyi cok istedigi o spa otelinde hic kalmamis olmasi onemli degil.  Dunyada en az 500 kisi kalmistir orada ve ona neler dusundugunu soylemistir. Tek yapmasi gereken nereye bakacagini bilmek. 

3 alan saydim sadece ve yazi ne kadar uzadi simdiden. Daha 30 tane sayabilirim halbuki. Tum bu anlattiklarim tuketiciye hizmet ve urun saglayan diger tum sektorler icin de gecerli. Buyuk alisveris merkezleri, kucuk ozel butikler, elektronik magazalari, kitapcilar, hatta kitaplarin kendisi, dergiler, makaleler, kose yazilari, eczaneler, super marketler, hastaneler, emlakcilar, dekorasyon hizmetleri, sanat galerileri, muzeler, sinemalar, konser alanlari, muzisyenler, albumler, unluler, unsuzler, stadyumlar, evcil haycan bakicilari, oteller, ucus firmalari, araba kiralama firmalari...Liste uzun.

Herkes ve her sey artik sosyal alanda, tum dunyanin erisimine acik. Herkes artik SAYDAM bir hizmet veriyor. Herkesin ne yaptigi ve bunun icin ne kadar ucret istedigi acik ve net ortada. Tum bilgiler tuketicinin elinin altinda. Boyle bir ortamda kotu hizmet verenin  ya da bu sosyal medya aginin icinde yer almayanlarin hayatta kalmasi pek mumkun degil.

Bu isin tuketim kismiydi. Bir de uretim boyutu var. Sistem boyle, tuketici olabilmek icin uretici de olmaniz gerek. Yani bir isiniz olmali. Nasil siz is ararken tum seceneklerinizi masaya yatiriyor, tum olasi sirketleri inceleyip onlar hakkinda bilgi ediniyorsaniz, burada da sirketler  ayni seyi sizin icin yapiyor. 

Evet universite bitirmis, guzel. Evet master da yapmis. Ustune bir de bu alanda dolu staji var. Ne kadar guzel ama yeterli degil. Bunlari zaten o ise basvurmus diger 2000 kisi de yapmis. Rekabet cok acimasiz. CV'niz calismak icin olup bittiginiz o sirketin Insan Kaynaklari Muduru'nun masasina ulasmadan, yari yolda kagit ogutucude dogranip yeniden donusume gonderilmek uzere cope atilmis olabilir. Neden mi? Cunku sosyal medya aglarinda aktif degilsiniz. Linkedin'den bihabersiniz, dogru duzgun kimseyi tanimiyorsunuz, nerelerde gezdiginiz, hangi konserleri dinlediginiz, hangi yemekleri sevdiginiz, ne kadar kulturlu, ne kadar donanimli bir insan oldugunuzu dunyayla paylasmamissiniz. Tuh, halbuki ne de iyi anlarsiniz tum o islerden. Neyse artik, bir dahaki is basvurusunda tutar belki.

Tutar mi gercekten?

Asla! Siz kendinizi dunyaya anlatmadan dunya sizin sesinizi duymayacaktir.

New York her konuda oldugu gibi bu konuda da acik, esnek ve kivrak. Ben yapmam, ben denemem. Ne ugrasacagim. Bir Facebook var iste yeter. Yok ozel hayatim. Yok korkarim paylasamam, annem gorur, babam kizar yok! YOK! Kimsenin kapisi siki siki kapali degil. Herkes acik.

Ustune ustluk simdiyi yasagidi kadar ileriyi de dusunuyor surekli. Bugun restoranimi sectim, cok da guzel bir ise girdim. Yarin ne yapabilirim? Tum dunyadaki ilesitimi yogunlastirmak, sinirlari kaldirmak, onerilerimi tum dunyaya sunmak ve bana sunulanlardan da yararlanabilmek icin daha ne yapabilirim sorulari var aklinda.

Yani Social Media'nin gercekten sinirlari yok, asla da olmayacak. Bu uluslararasi bir devrimdir! Cag degismistir. Onumuzdeki 10-20 yil icinde dunyada social media kullanmayan aktif tuketici kalmayacaktir. Bildigimiz, alistigimiz tum tuketim sekilleri yerini bu yeni ve ac karinca ordulari hizinda ilerleyen akima birakacaktir. Peki biz niye sadece Facebook'la yatip, Facebook'la kalkalim?..

Yine kafanizi sisirdim, artik bitireyim ama sizden de bir ricam olsun.

Bu yazinin ardindan Facebook'a girmek yerine, yuzlerce social media kanalindan birini secin ve onu da kullanmaya baslayin. Turkiye'de aktif olarak kullanilip kullanilmamasi onemli degil. Supheci ya da onyargili olmayin, acik olun. Siz bilin, siz orada olun. Daha cok kanal, daha cok paylasim demektir. Yaraticiliginizi serbest birakin, sinirlarin disina cikin ve lutfen buyuk dusunun.

Kim bilir belki de Facebook'tan sonra kullanacagimiz aracin mucidi siz olacaksiniz!




Duygu

Tuesday, December 14, 2010

Donsek mi? Kalsak mi?

Iki gun once sevdigim bir arkadasimin veda partisi vardi. Kendisi neredeyse 10 yildir Amerika'da yasiyor ama artik nedendir bilinmez, donmeye karar verdi. Aslinda ona soracak olursaniz neden dondugu cok acik ortada; anne sevgisi, Istanbul ozlemi (sasirmadiniz umarim, Ankara'yi ozleyecek degildi ya), dostlari, yeni is firsatlari vs vs. Ama biz "donmeyenler" bu partiyi firsat bilip, genel olarak neden donuldugunun sebeplerini irdelemeye koyulduk. Ben daha comezim, benim terazim geri donmeyi cok, cok hafif tartiyor suan o yuzden de konuya cok objektif yaklasamiyorum. Bunu bildigim icin de susup, en az 4-5 yildir burada olanlarin verdigi sebepleri dinlemeyi tercih ettim.

Aralarindan biri ASK diyor. "Dogru insani bulursan, tabiki kalirsin" diyor. Tamam cok mesguluz, her an her dakika bir kosusturma icindeyiz ama kendi kendimize kalabildigimiz o nadir ve kisa anlarda da tum bu mesguliyeti, yasanan onca dolu dolu olayi paylasabilecegimiz biri olmadigi zaman, burada olmanin bir anlami kalmiyor diye dusunuyorlar. New York'un sundugu tum firsatlara, tum guzelliklere ragmen insan yine de geri donmek ve hayati paylasabilecegi birini bulmak istiyor, onu yapamasa bile en azindan ailesiyle dostlariyla olmak istiyor. New York'ta yalnizlik zor is diyorlar.

Peki Istanbul'da kolay mi? Izmir'de, Ankara'da, Kutahya'da? Kars'ta yalniz olmak kolay mi? Ya da Afrika'da?

Her sehir, her ulke kendince zorluklarla dolu ve biz insanciklar yalniz olmak icin yaratilmamisiz. Bence "yalnizlik" New York'ta bir hayat kurup, uzun yillar onu yasayip, ona alisip sonra da birden Turkiye'ye geri donmek icin iyi bir bahane degil. Kaldi ki, ben New York'un yorucu temposundan asik olacak vakit bulamiyorum demek de aski bulmayi basaran diger yuzbinlerce insana haksizlik oluyor. Sonucta goz ardi edilemeyecek buyuk bir gercek var ki buraya gelmek ne kadar radikal bir kararsa, 5 yil sonunda donmek de en az o kadar radikal olmali.

Bu arada 5 yil demisken hemen belirteyim. Sihirliymis bu sayi. Bilemiyorum artik "immigration" melakeleri 5 yil sonunda mi ziyaret ediyor ama genelde topyekun yurda donus kararlari 5 yilin sonunda aliniyormus. O yuzden de 5 yildir burda olan, cok gorusemesek de haline tavrina cok saygi duydugum bir arkadasim o gece bana "Bende de yavas yavas donsem mi acaba diye dusunceler basladi" dedigi zaman epey endiselendim. Onun sebebi biraz daha farkli. Gectigimiz yaz 2 ay Istanbul'daydi. Orali zaten. Evi, ailesi, arkadaslari derken cok guzel vakit gecirmis ve calistigi isten de cok memnunmus. Burada kazandigiyla ayni parayi kazanmis.


Burada kazandigiyla ayni parayi kazanmis.

Bunu basaran dunyadaki tek insan o bence.

Hemen bu noktada durbunumu Turkiye'den buraya gelmek isteyen birkac arkadasima cevirmek istiyorum. Hepsi gelip de kalici olmak istemiyor elbette. Hicbir kosulda ailesinden, "kurulu duzeninden" vazgecmeyecek olanlar da var aralarinda. Ama bir tane arkadasim var ki "Hayatta hicbir seyden korkmaz bu!" dedirtecek cinsten biri. Yeniye daha acik bir insan olamaz. Tam bir yenilik sungeri, verin siradisini emsin sindirsin, verin yabancilik duygusunu cigneyip geri tukursun. Hatta o farkinda degildir ama ben ondan cok guzel bir ders aldim: Aidiyet insanlarda, mekanlarda aranmaz, aidiyet kisinin icindedir.

Butun korkusuz insanlar gibi o da biraz hirsli. Hayattan beklentileri buyuk. Akisa kapillip suruklenenlerden degil, akisa yon verenlerden. O yuzden de suanki konumu hic el vermese de o ne yapip edip buraya gelmeye cok kararli ve bence de gelecektir. Amaci Turkiye'de kazanabileceginden daha cok para kazanmak, oradakinden daha yuksek bir hayat standardina daha hizli sekilde ulasmak. Hizli olmasinin sebebi kisa yoldan gidecek olmasi degil. Yanlis anlamayin. Burada pek oyle kisa yollar da yok zaten. Sebep calisip hak ettigini alacak olmasi.

Simdi hep beraber son duruma bir bakalim isterseniz.

10 yilin sonunda geri donenler, 5 yilin sonunda donsem mi kalsam mi diye dusunenler, asla Turkiye'ye geri donmeyi ve asla Turkiye'de kalmayi dusunmeyenler.

Bu kucuk hikayelerden genel bir sonuc cikarmak mumkun degil elbette. Herkesin kendi deneyimleri, kendi yasamlari sekillendiriyor kararlarini. Dunya nufusu kadar farkli karar var yani bu konuda. Siz en iyisi mi kimseyi dinlemeyin, kendi kararinizi yine kendiniz verin.

Ama ben yine de hatirlatayim, New York cok eglenceli. Donsem de, kalsam da iyi ki gelmisim, iyi ki suan buradayim, tum yazdiklarimi yasamisim ve yasiyorum.

Sonucta Alicia hatun da bosuna yazmis olamaz o sozleri heralde degil mi?..




Duygu

Saturday, December 11, 2010

Starbucks'ta neler oluyor?

Bugun asimilasyondan bahsedecegim demistim. Sozumde de duracagim ama biraz rotar yapacagim. :) Dun basima gelen bir olay "Tamam artik bu konuyu daha fazla bekletemem, derhal paylasmam gerek" dedirtti bana!

Sahne soyle: Starbucks'tayim. Yanimda sevgilim de var. Amaca kitlenmis, bekliyor. Amaci: siraya girmek, kahve siparisi vermek, odemek, beklemek, kahveleri alip Starbucks'tan cikmak. Kendisi muhendistir. Dolayisiyla son derece linear dusunur. Kitlendigi amac disinda pek bir seyle ilgilenmez. Ben de tam tersiyim. Kapidan iceri adimimi atarim, hizlica etraftaki herkesi ve her seyi bir suzerim. Siparisimi alacak kisiyi incelerim, goz temasi kurmaya calisirim, siritirim, bu arada etraftaki Christmas suslerinin ne kadar seker oldugunu dusunurum, ayni zamanda camin arkasindaki tatlilar ne kadar da bastan cikarici derim kendi kendime, mutlaka limonlu bir tatli arar gozlerim. Derken siparisimi alacak kisinin "Hi, welcome to Starbucks, what can I get you today?" demesiyle yeniden amaca kitlenirim.


Gordunuz mu? Muhendis sevgilimin Starbucks deneyimi 3 satirda anlatilabildi. Benimkiyse daha yeni basliyor.


Dun iceri girer girmez kafamda bir ampul yandi. (ampul simgesinden de nefret eder oldum ama bu ampul laik isiklar saciyor merak etmeyin) "Turkiye'de Starbucks'tan kahve almakla, New York'ta bunu yapmanin ne kadar farkli oldugunu yazmaliyimmm!" Bu coskulu fikir patlamasina sebep olan bir deli. Oyle mecazi anlamda da degil, gercek bir deli. En basindan anlatayim.


Dun cumaydi. Haftasonunun resmi baslangici yani. Burda degisik bir calisma-dinlenme dinamigimiz var. Turkiye'de hafta icleri kendimize bosluklar yaratip arada biraz kafa dinleriz. Ya da haftasonlari isimiz bitmemisse, eglenceden biraz geri kalip kendimizi calismaya adayabiliriz. Evet, ikincisi cok daha nadir olur ama olur yine de. Burada oyle degil. Hafta icleri hangi sektorden olursaniz olun, deli gibi calisilir ama cuma geldi mi insanlar beyinlerini ve bedenlerini tumuyle dinlenmeye ve eglenmeye ayirir. Cizgi cok nettir. Bir Amerikali'nin haftasonu dinlenmesi basladiktan sonra ona isle ilgili bir seyler sorarsaniz, sizi tersleyecek ve size bir daha bunu yapmamaniz gerektigini ogreten bir des verecektir. Cunku o artik haftasonu tatilindedir ve "is" kavramini hayatindan cikarmistir. Ayni sekilde haftaici de cok gec saatlere kadar calisan bu insanlari dogru duzgun bir yere goturemezsiniz. Tabiki istisnalar olabilir, tabiki kendini her an her dakika calismaya adamis iskolikler ve nadir de olsa eglencesinden hic odun vermeyen tembeller de olacaktir. Ancak New York is gucunun genel profili bu sekilde resmedilebilir.


Ben, sevgilim ve degisik milliyetlerden butun arkadaslarim da bu duruma adaptasyon gosterdik. (Aslinda asimile olduk demeliyim, ama bu konuya apayri bir baslik ayiracagim.) Dolayisiyla dun kendimizi rahatlamaya, gezmeye tozmaya verdik. Sinemaya gittik. Love & Other Drugs'i izledik. Guzeldi ama daha guzel olabilirdi. Sevgilim Anne Hathaway'in goguslerinin cok sik gorunmesinden rahatsiz oldu. Doktor muayenesi sirasinda cart diye acip goguslerini gosterdigi ilk sahnede yasadigi soku gormeliydiniz! :) Cok tatlidir, cok edeplidir benim sevgilim. Her neyse film tabiki goguslerle ilgili degil ama fragmanindan neyle ilgili oldugu dogru yansitilmayan filmlerden biri. Kendimi biraz kandirilmis hissettim yani. Neyse ki cok da kotu degildi.


Konumuza donelim. Filmden ciktik eve yuruyoruz, Starbucks'tan kahve cekti canim. Cuma ya. Simardim. Her 3 blokta bir Starbucks oldugu icin, eve gelene kadar alsak mi almasak mi diye biraz muzakere ettikten sonra eve yakin olan Starbucks'a girip alma kararini oybirligiyle onayladik. Iyi ki de oyle yapmisiz cunku ben ilham perim, canim delimi gormus oldum.


Iceri girdik, hedeflerimiz farkli tabi. Ben etrafi suzuyorum, gozume 7 yasinda bir kiz cocugu gorunumunde ama 50'lerinde bir kadin ilisti. Kisacik, kucucuk, incecik. Kafasinda neredeyse kendi kilosu agirliginda sac var ama. Uzun uzun, sapsari saclar. Yakindan bakinca anladim. 20 yildir hic yikanmamis gibi saclari. Siyah bir kot, ustune de havanin soguklugunu asla engellemeyecek kadar ince siyah bir polar sadece. Kafasindaysa yuzunun yarisini kapatan bir sapka ve gozluk. Tamam, yeni inceleme unsurumu bulmustum artik. O noktadan sonra hem "Starbucks islemlerini" halledecek hem de bu kadini inceleyecektim.

Kadin sirada hemen bizim arkamizda, o yuzden rahat ve detayli izleyebiliyorum. Tabi caktirmadan. Ama o farkinda. Surekli hareket halinde. Ellerini kollari acip kapatiyor. Bir ileri bir geri surekli kucuk kucuk adimlar atiyor ve tabi kendi kendine konusuyor. (Onu ben de sik yapar oldum gerci, korkacak bir durum degil.) Yuzu, elleri, kollari, govdesi gercekten kucucuk ve incecik ama cuce degil bu kadin, 1.60 var en azindan. Yuzunu tam gormem imkansizdi ama ceset gibi oldugunu soyleyebilirim. Biraz Michael Jackson'i andiriyordu. (RIP) Biz siparisi verdikten sonra, kenara cekilip,
sirf onu dinleyebileyim diye oralarda oyalandim. Akici, duzgun cumleler kuramiyor. "Ne istersiniz?" sorusuna cok heyecanlandi ve belli ki uzun suredir kafasinda tekrarladigi siparisi disindan soylerken kelimelerin yerlerini karistirdi.

"Brulee, Caramel."

Aldigi siparisten emin olmak isteyen, bu konuda bile garantici davranan Starbucks gorevlisi,
"You mean Caramel Brulee Latte??"

Deli Michael, " ohh ohh....uuummm...ohh...yes...latte. yes."

"What size?"

"What?"

"What size do you want?"

"Oh size." Duvardaki siparis panosuna dogru yurumeye calisarak " Size, ummm...size. Yes. Big."

"Grande??"

Ben icimden, "Hadi artik al su siparisi, kadina iskence cektirme! Evet big dedi iste!!"

Deli Michael yeniden, "Big."

"OK Grande Caramel Brulee Latte, coming up. Thank you!"

O sirada bizim siparisler de hazirdi oradan uzaklasmak zorunda kaldim ama megerse kadincagiz bir dilim de kek almis. Elinde keki, garip ve telasli bir sekilde bir masaya dogru yururken aniden dusurdu kekini. Yasadigi husrani siz hayal edin. Ellerini beline vura vura "Oh my Gooooooodddd!!!!" demesi bir oldu. "Cok salagim, cok salagim! Nasil oldu ki bu! Anlamadim!.."

Keki yerden aldi, tekrar pecetesinin ustune koydu ve gercekten de masalardan birinde oturan bir adama dogru gitti. Adam " Yine ne yaptin!?" bakisi firlatti. Bu arada adamin onunde son model bir laptop, durmadan bir seyler yaziyor. Ama o da cok paspal bir halde. Saci basi birbirine girmis. Masanin yaninda da kocaman bir torba. Son derece eski pusku ve garip garip seylerle dolu, disari tasmis icindekiler. Yani bu cift evsiz olmali! Baska bir ihtimal olamaz. Ama o zaman nasil boyle bir laptop kullaniyor bu adam!? Nasil bir hikayesi var bu ciftin! Catlayacagim!


Kadin yari yolda adamin yanina gitmekten vazgecti, geri donup keki cope atti ve benim yanima geldi. Bu sirada ben umarim benimle konusur diyorum icimden!! Bu kadinla iletisim kurmaliyim bir sekilde! Cok siradisi olur, guzel olur. Sevgilimin siparisi gelmis, benimkini bekliyoruz. Biraz uzun suruyor. (Caramel Brulee Latte istemistim, acaba kadin da benden mi duydu da onu siparis etti?) Neyse, kahve hazirlayan kadina bir seyler anlatmaya calisiyor bizimki, yanindayim ama ben bile duyamiyorum. Kadin hic ilgilenmiyor haliyle. Kekini dusurmus olmanin da verdigi sinirle, artik yerinde duramiyor. Sonunda bana donup "Is this where we pay?!" diye soruyor sinirle. Hayir diyorum super yumusak bir ses tonuyla. Elimle isaret edip suraya odeme yapacaksiniz diye gosteriyorum.

Sanki az once bir seyler satin alan kadin o degilmis de ilk defa bir Starbucks'a girmis gibi davraniyor. Sanirim her seferinde de sil bastan bu durumu yeniden yasiyor. Heyecanla siradaki kisinin cumlesini boluyor ve yeniden kek almaya calisiyor.


"Bugun bana yeterince aci cektirmedin mi? Yine ne isteyeceksin acaba? Saat zaten aksam 10. Birazdan cikacagim, sabrimin sonundayim. Tanrim niye okulu bitirmedim ki!?!" diye ic geciren Starbucks gorevlisi de kadina siraya girmesi gerektigini acikliyor.


Bu arada benim kahvem de geldi. Linear dusunen, super tatli muhendis sevgilim disari cikmak icin adim atti, ben de bu heyecanli olayin sonunu goremeden oradan ayrildim. Ama uzulmedim cunku biliyorum ki daha once 100 kere gordugum gibi bu ve benzeri olaylari her an her yerde gormeye devam edecegim. Ben New York'ta yasiyorum. Delilerin, siradisilarin sehrinde.



Simdi bir karsilastirma yapalim isterseniz.

Turkiye'de Starbucks: Avrupa'daki kahve evlerinden esinlenerek ortaya cikmis, cok guzel, cesit cesit kahvelerin ve tatlilarin oldugu, calisanlarinin genelde guler yuzlu, samimi bir hizmet verdigi, ayda minimum 2-3000 Lira kazanan insanlarin rabet gosterdigi, insanlarin icine girdi mi cikmak bilmedigi, masalarinda saatlerce sohbet ettigi ya da vakit oldurdugu kahve dukkanidir.

New York'ta Starbucks: Avrupa'daki kahve evlerinden esinlenerek ortaya cikmis, cok guzel, cesit cesit kahvelerin ve tatlilarin oldugu, calisanlarinin genelde guler yuzlu, samimi bir hizmet verdigi, ayda 100 dolardan 500,000 dolara kadar cok cesitli miktarlarda paralar kazanan her turlu insanin rabet gosterdigi, gercekten 10 adimda bir karsiniza cikan, musterilerinin sadece kahvesini alip disari ciktigi, illa masasinda oturmasi icin disarida firtina, dolu, hortum vs gibi can sikici hava durumlarinin boy gostermis olmasi gereken kahve dukkanidir.

Sonuc: Markalar standartlastirilabilir. Urunler, hizmetler, surecler hepsi kuresellesme akimiyla dunyanin her yerinde birebir ayni kilinabilir. Ama deneyimler yerel kulturlerden etkilenmek zorundadir. Standart mekanlari dolduran insanlar birbirinden farkli hareket etmek ve standartlari degismeye itmek zorundadir. Kuresel markalar yerellesirken kendi ozlerinden bir sey kaybetmeseler bile, yasattiklari deneyim cok farkli olabilir. O yuzden de kuresellesmekten cok da korkmamak gerekir. Ne de olsa insan irkini bir sonraki evrimsel surece tasiyacak ulus ve ulke kavrami, sinirlarin kalktigi, herkesin ayni gezegenden sayildigi ve ortak bir amac icin calistigi bir dunyadir. Bu dunyada insanlar bir sekilde ortak bir platformda bulusabildigi surece herkesin kendi dilini konusmasi, kendi gecmisini hatirlayip yasatmasi guzeldir.

Starbuckslarin yaninda Unal Kuruyemiscisi'nden alinan Kurukahveci Mehmet Efendi'ler, Alacati'da icilen damla sakizli turk kahveleri ve hatta turk kahvesi bile olan Starbuckslarda bakilan kahve fallari yok olmadigi surece, varsin Starbucks Turkiye'de ve dunyanin geri kalaninda bir numara olsun. Hak ediyor mu? Ediyor. Kazandigi parayla kendine yeniden yatirim yapiyor, gelisiyor. Karinin bir kismini topluma faydali olacak sekilde kullaniyor. Ayrica kahvesi de hizmeti de her yerde cok guzel. Tek fark, Turkiye'de sadece aylik maasi belli bir citanin uzerinde olanlar icebiliyor, New York'taysa evsizinden, delisinden super zengin borsacisina kadar herkesin kolayca satin alabilecegi bir urun.

Bir baska carpici ornek de Iphone aslinda. Onunla ilgili de garip bir anim var ama onu da baska bir zaman anlatirim.


Bir dahaki Starbucks ziyaretinizde bu olayi dusunmeniz dilegiyle,

Duygu





Thursday, December 9, 2010

Kimdir bu Amerikalilar 1: Blogging ve Bireysellik

3 gundur arka arkaya yazilar yazip, Facebook'ta ilan etmemden tahmin etmissinizdir diye dusunuyorum; benim yeni bir hobim var. Blog yazmak.

Hem istedigim gibi yazip cizmenin cok zevkli ve rahatlatici oldugunu kesfettim, hem de New York'a geldigimden beri ortalama konusma surem Ankara'ya oranla yari yariya azaldigi icin -sebeplerine daha sonra ineriz- dilimde cogalip sikisan sozcukler daha fazla kendilerine ayrilan alana sigamayip kalemimden dokulmeye karar vermis olabilir. Neden simdi, neden bu sozcukler ben de bilmiyorum. Sadece uzumu yeyip bagini sormuyorum.

Donelim benim yeni hobime, bloglar. O kadar ilgimi cekmeye basladi ki bu is, sadece iki cizik atip bir resim yapistirmakla kalmiyor, baskalarinin bloglarini da okuyorum. Baslarda biraz maceraci olayim dedim. Blog sayfasinin ust kisminda gorulen "Next" ikonuna basip karsima ne cikacagini bilmeden heyecanli heyencanli bekledim. Bir, iki, uc, on, yirmi...Tamam goruntu ve konu itibariyle ilgi cekici olan bloglara da denk geldim ama baktim macera arayisinda degilim. Ben gercekten guzel bloglar gormek istiyorum. Icerigi ince elenip sik dokunmus, goruntusu ozenle tasarlanmis, uzerinde vakit ve emek harcanmis, icine zeka ve yaraticilik katilmis bloglar. Bu yuzden de ne istedigini bilen insanin ezici kararliligiyla blogger.com'un en guzel bloglar kismini incelemeye koyuldum.

Iyi midir kotu mudur bilmem ama butun "Amerikan Icatlari" gibi (bkz: hamburger, kafeinli icecekler, bilgisayar, vasat ama super surukleyici televizyon programlari vs) blog olayinda da Amerikalilar bunu sadece tum dunyaya yaymakla kalmiyor, ayni zamanda basari oraninda da basi cekiyor gibi. Simdi Turk'uz ve gururluyuz ya, bazilariniz bana kizacaktir eminim ama son derece objektif olduguma inanabilirsiniz. Adamlar, kadinlar yememis icmemis mukemmel bloglar yapmislar. Yuzlerce, binlerce izleyicileri var. Hem icerik hem de gorsel anlamda kaliplarin disina cikmayi, ayni konuya farkli acilardan bakmayi cok guzel basarmislar. Zaten en iyi yaptiklari islerden biri bu, "think outside of the box". Hatta kanit olarak size True American Dog'u tavsiye ederim. Cok basit bir blog aslinda. Sadece resimler var ama ne resimler! Vaktiniz varsa bir ugrayin, ben baya eglendim. http://www.trueamericandog.com

Ne diyorduk, iste buna benzer guzel ve ilginc bloglarin birinde, blog sahibinin kendiyle ilgili anlattiklari dikkatimi cekti. Adina John diyelim. "Ben cok cekingenimdir. Sosyal ortamlarda konusamam, kalabaliklar icinde rahatsiz olurum, nefes alamam. Havadan sudan sohbetler edemem cunku ne diyecegimi bilemem. Ofiste kutlanan yilbasi partileri bana iskence gibi gelir mesela. Zaten isimden de nefret ediyorum" demis John.

Simdi dusunun, yenilik ve yaraticilik konusunda sayisiz oduller almis, dunyanin en mukemmel, en calisilasi ve en zengin sirkerlerinden Google bu insana sen bizim bunyemizdeki "en basarili blogger"lardan birisin diyor. Gercek hayattaysa bu insan kendi is arkadaslariyla bile konusacak iki cift laf bulamiyor. Tamam, herkes is arkadaslarini sevmek zorunda degil ve yine tamam herkes cok disa donuk olmak zorunda da degil. Ama birlikte calistiginiz insanlarla bir yilbasi partisi ortaminda bile 10 dakika sohbet edemiyorsaniz, nasil bir hayat yasiyorsunuz ki?

Tahmin ediyorum ki en azindan bazilariniz "Zaten gercek hayati bos oldugu icin, bloglarda mloglarda vakit geciriyor." sonucuna ulastiniz ve hatta bir kisminiz daha da ileri gidip "Oralarda insan ilsikisi diye bir sey yok. Herkes cok yalniz tabi." bile dediniz. Cok haksiz da sayilmazsiniz, evet burda insanlar cok, cok daha bireysellikten yana ama yalniz degiller. 16-17 yasina gelmis, bize gore hala cocuk, bir Amerikali'ya goreyse araba kullanacak sorumluluga sahip, bagimsiz bir birey olmus insanlar da bu yuzden guvenli evlerini geride birakip tumuyle kendi ayaklari uzerinde durma mucadelesine basliyor. Bireysellik yuzunden. Tabi ki 311 milyon nufuslu bir ulkede HERKES boyledir demek istemiyorum ama en azindan buyuk sehirlerde alisilagelmis bir durum var ki o da 15 yasina gelmis bir genc artik kendi parasini kazanmaya baslayabilir.

Bu calisma kulturune bir de kapitalizmin etkisini katin (soyle ifade edeyim, $ her seyden once gelir). Ustune bir de bagimsizlik, ekonomik ozgurluk, kimsenin dirdirini cekmek zorunda olmamayi ekleyin, iste size bireysellik. Evet, tabi ki Amerikalilar bize gore daha "bireysel".

Simdi tekrar bizim basarili blogcu John'u hatirlayalim. Bence John bir turlu bireysel olamadigi icin gercek hayatinda sikintilar cekerken, sanal bir ortamda kendini mukemmel ifade edebiliyor ve yuzlerce seveni oluyor. John, rekabetci degil. Evet, ekonomik ozgurlugunu almis ama sevmedigi bir iste calismak zorunda, cok bagimsiz da degil gibi. Ustune ustluk "calisma" kavramini pek sevdigini de sanmiyorum. Kapitalizmle parayla pulla da cok ilgisi varmis gibi gorunmuyor. Onun icin ideal olan kendi istedigi zamanda kendi istedigi seyi yaratmak. John duygularini on planda tutan bir Amerikali. Dolayisiyla yapmacik davranamiyor. Sirf sosyal agini guclu tutmak, toplumda basarili bir portre cizmek icin insanlarla yalandan da olsa yuzeysel sohbetler kuramiyor.

John "mis gibi" yapamiyor. O kendini tam anlamiyla oldugu gibi, yani saydam bir sekilde yasamak istiyor. Bu yuzden de buyuk cogunlugu "mis gibi" yapan, iciyle disi iki farkli renk olmus insanlar arasinda mutlu olamiyor.

Iste benim de buyuk Amerikan toplumu gozlemim bundan ibaret: Sadece tek baslarina kaldiklari zaman kendileri olup rahat hareket edebilen, gruplar halindeyken yapmacik, abartili ve farkli olana karsi tepki gosteren bir millet.

Bu yaziyi okuyan ben olsam, simdi sunu sormustum "Nasil oluyor da o zaman o kadar farkli kultur, o kadar farkli irk, din, dil bir arada bu kadar basarili yasiyor, dunyayi da etkisi altina aliyor?" Cevap basit. Asimilasyon. Ama ondan da yarin bahsedelim. Nasil olsa benim artik yeni bir hobim var: blog yazmak!

Blogum sayesinde kendimi Rosie the Riveter kadar guclu hissediyorum ve her ne kadar John gibi biri olmasam da, onu anliyorum. Ne de olsa ben de artik Amerika'da yasiyorum ve bazen ben de tiyatro yapiyorum. Gunde yarim saat blog yazip arinmak iyi geliyor. Siz ne yaparak sadece kendiniz oluyorsunuz bilmiyorum ama umarim bugun buna yarim saat ayirabilmisinizdir.

Bol bloglu gunler!

Duygu

"To-do Lists"

Istisnasiz hepimizin hayatta en az bir listesi olmustur. Sanayi cagini geride birakmis, bilgisayar caginda da epey ilerlemis, devlet sirlarini tum dunyanin erisimine acik hale getirmeyi bile basarmis biz insanciklar hala bir seyler icin liste yapmadan yasayamayiz. Bilemiyorum yakin bir gelecekte beyin gucumuze tumuyle hakim olmayi basarip, kafamizda super komplike listeler yapip, her maddeyi ve hatta alt maddeleri eksiksiz halledebilir miyiz ama simdilik dusuncelerimizi ayirip siralandirarak kagida dokmeden bunu yapamiyor gibiyiz.

Benim New York maceram da listelerle basladi. Ilk listem “Okullar Listesi”ydi. Sabirliydim. Ince ince siraladim okullari. Uzun gel gitlerin, sayisiz notlarin ve renkli renkli kalemlerin de yardimiyla sonunda karar verildi. New York University. Bu arada, bahsetmis miydim? Ben NYU’da Otelcilik masteri yapiyorum. Her neyse, bu listenin ardindan “Sinavlar ve Belgeler Listesi” uzun sure gundemimden dusmeyecek olan yerini aldi. Bu sikintili listedeki tum maddelerin de uzeri cizilince, yerlerini “Goturulecekler Listesi”ndeki esyalar aldi. Ve ardindan “ev arkadasi adaylari listesi” O da halloldu, hop uctuk geldik iste New York’a derken bir baktim benim asil “listeleme yetenegim” New York’ta kendini gostermis! Okula kayit listesi, yeni sinavlar listesi (hala), mobilyalar listesi, eksikler listesi, kitaplar listesi, yiyecek alisverisi listesi, kira, fatura ve kredi karti listeleri...Yoruldunuz mu? Sakin! Daha basindayiz. Ama sizi sikmayim, bu listeler sonu gelmeksizin devam etti ve ediyor.

Onlar da benim gibi degisti yalniz. Artik daha “profesyonel”ler. Konustuklari dil farkli. Eskiden Ankarali kalemimle nazikce hazirlar, maddeleri hallettikce ozenle uzerlerini cizerdim ve hatta dedim ya renkli renkli kalemler kullanirdim. Simdi maddeler cok, vakitse hic yok. New York’taki kalemler guzel ve ozenli yazmiyor ama eksiksiz yaziyor ve cok hizli; ne renge ne de nezakete vakti var burda kalemlerin. Listeni derhal hazirla, Islerini derhal bitir, ve bir sonraki icin hazirliklarini yapmaya basla. Yoksa geride kalirsin. O yuzden de New York’ta listeler suslenip puslenmez, sadece gorevi eksiksiz yerine getirmeni saglar. New Yorklu olma kulturuyle o kadar ic ice gecmistir ki metroda, sinemada, alis veris merkezlerinde, iste, okulda, sokakta surekli ya birileri yeni listesini hazirlar ya da elindekinden maddeler siler. Hatta bu yaziya koymak istedigim liste resmini bulmak icin Google Images’a “to do lists” yazdim (yakinda benim adim neydi ya deyip Google’a yazarsam sasirmayacagim) ve karsima cikan ilk sayfada su hepimizin bildigi klasik “I Love New York” resmi cikti. :) Bu ne kadar hakli olduguma dair bana gonderilmis ulvi bir isaretten baska bir sey olamaz.

Her neyse, liste yapmanin New York’la ne kadar ic ice gectiginden bahsediyordum. Daha gecen gun okulda hoca sinifa girdi ve Revenue Management dersinin son seansini tumuyle kendi to do listlerine ayiracagini soyledi. Eksiksiz calismak, hata yapmamak, yapilacaksa da nerede yapildigini hizlica bulup duzeltebilmek kulturlerinin o kadar icine islemis, adeta temel bir ogesi olmus ki, New York Universitesi’nde cok onemli bir ders veren, ayni zamanda da sektorde yuksek bir konuma gelmis saygideger bir insan gelecekteki meslektaslarina verdigi son dersi tumuyle “listelerine” ayiriyor. Oyle bir iki liste de degil. “Yapmaniz gerekenleri eksiksiz olarak yapabilmeniz icin, gunluk, haftalik ,aylik ve yillik listelerimiz var arkadaslar. Her ne kadar henuz yazili standartlar haline gelmis olmasalar da, bu listeler olmadan basarili yoneticiler olmaniz mumkun degil.” Size abartili gelmis olabilir ama ben bu iddiaya katiliyorum aslinda. Hangi sektorden olursa olsun, yas, cinsiyet, irk, din, dil tanimadan herkesin burda yapacak COK fazla isi var ve bununla mucadele etmenin tek yolu da listeler.

Ha bir de SpongeBob’taki denizyildizi Patrick var tabi. Onun da bir listesi var. ”Ideal liste”. Hepinizin listesinin arada bir ideal olabilmesi dilegiyle! New York beklemez, kendime yeni bir liste yapmaliyim.

Duygu



Wednesday, December 8, 2010

1 yil 4 ay


Merhaba!

Ben Duygu. 1 yil 4 ay once New York'a tasindim. 1 yil 4 ay kismi onemli cunku bu sure benim icin hayatimin geri kalanindan cok, cok farkli.

Cogumuz okula gitmistir sanirim. "Zorunlu ilkogretim"i bitirmistir en kotu. Onu bile yapmamissa, "Ben hayat okulundan mezunum" demistir en azindan. Simdi okula gittiginiz saatleri dusunun. Ister anaokulu olsun ister PhD. Amac yeni bir seyler ogrenmektir. Kendini gelistirmek. Yani degismek. Ogrenme anindan onceki kisi ile sonraki kisi artik bir degildir, degismis yenilenmistir. Bunu yapmak kolay degildir ama neyse ki egitim ogretim goren biri -kurumsal okul veya hayat okulu- sadece kisitli bir sure degisime maruz kalmak zorundadir. Bir ogrenme - yani degisme- sureciyle bir sonraki arasinda belli bir sure yeni bir sey ogrenmeden vakit gecirebilir, degismek zorunda degildir. Yeni ogrendiklerine, yeni benligine surekli bir alisma cabasi icinde degildir. Bir sure sabit kalip, kendi olmanin keyfini cikarabilir.

Simdi yeniden bana donelim.

1 yil 4 ay ve saat ilerlemeye devam ediyor. Tam bu kadar suredir ben araliksiz bir degisim icindeyim. Oyle ki artik eski ben neydim ya da yeni ben ne olmaktayim takip edemiyorum. Baslarda takip edeyim dedim. "Kontrol bende olsun" dedim. Ama olmadi ve suan anliyorum ki, gecirdigim bu kesintisiz ogrenme - yani degisme - surecini kontrol etmeyi biraktigim andan itibaren, "serbest guc" adini verdigim yaratici surece girmis bulunuyorum. Sadece ogrendiklerimin, gozlemlerimin ve bizzat yasadiklarimin beni ben yapmasini izliyor ve bundan keyif aliyorum. Artik durmaksizin degismek yorucu gelmemeye basladi ve bu noktada, yabanci bir sehre tasinan, hele de bu sehrin New York oldugu dusunulurse, 20'lerinde bir insanin yasadiklarini dunyayla da paylasmaya hazir hissediyorum. Size kesinlikle ilginc gelir mi bilmiyorum ama yenilenen kisiliginizi denemenize bile izin vermeden sizi yeniden yenileyen bir sehirde ogrenilenler, gozlemlenenler ve yasananlar bence gercekten komik ve paylasilmaya deger.

O yuzden lafi daha fazla sonsuzluga uzatmadan, hosgeldiniz!

Bu ve bundan sonraki yazilarin sizi "degistirmesi" dilegiyle,

Duygu